21-10-2019
Haşlanmış kurbağa olmayalım!
Haşlanmış kurbağa sendromunu çoğunuz duymuşsunuzdur. Bunun bir anekdot mu, yoksa bir deney mi olduğu tartışıladursun, bence önemli olan mecazi anlamıdır.
Bilmeyenler için kısaca anlatayım... Kurbağayı kaynar suyun içine bırakırsanız, kurbağa suyun sıcaklığı ile hemen zıplar ve kendini dışarıya atar. Yani refleksleri devreye girer ve anında tepki verir. Ancak aynı kurbağayı soğuk veya ılık suyun olduğu bir kabın içine koyar ve yavaş yavaş suyu ısıtmaya başlarsanız, kurbağa bunu algılamaz ve tepki vermez. Yükselen sıcaklıkla kurbağa reflekslerini yitirir ve dışarıya çıkamayacak hale gelir. Kaçmak için bir engel olmadığı halde zıplayıp kaçamaz ve haşlanıp pişer. Yani sonu ölümdür...
Bunu ister bir anekdot, ister bilimsel bir deney olarak kabul edin... Hiç önemli değil. Önemli olan burada verilmek istenen mesajdır. Haşlanmış kurbağa sendromu, genellikle insanların, toplumların çaktırmadan, yavaşça uygulanan değişikliklere nasıl tepkisiz kaldığını göstermek açısından iyi bir örnektir.
Sıcak suya atılan kurbağa nasıl hızla dışarı fırlıyorsa, insanlar ve toplumlar olarak hayatımızda ortaya çıkan ani ve hızlı değişikliklere, tehditlere aynı oranda hızla yanıt veririz. Oysa bireysel veya kitlesel bir tehdit hissetmezsek harekete geçme kabiliyetimiz de zayıflar. Rehavete kapılıp, etrafımızda olup biteni, tehlikeleri görmezden gelebiliriz.
"Haşlanmış kurbağa sendromu" da nereden aklına geldi diye sorduğunuzu duyar gibiyim? Aslında bunun cevabını çoğunuz biliyorsunuz ya da tahmin ediyorsunuz. Çünkü eminim bir çoğunuz benimle aynı kaygıları taşıyor, benimle aynı düşünce ve hisleri paylaşıyorsunuz.
Evet, toplum olarak bir rehavet içerisinde olduğumuz kanaatindeyim. Reflekslerimizin zayıfladığı düşüncesindeyim.
Aslında büyük sorunlarla karşı karşıya olan ve bu sorunlara çözüm bulamayan toplumların, toplulukların sıkça içine düştüğü bir durumdur bu.
Azınlık olarak sorunlarımızı çözecek siyasi bir irade göremiyoruz. Bu yönde adımlar atılmadığı gibi, adım atılma niyetinin dahi olmadığını gözlemliyoruz.
Bu süregelen çözümsüzlük ise doğal olarak umutsuzluğu beraberinde getiriyor. Umutsuzluk ataleti, atalet rehaveti izliyor. Ve hiç farkında olmadan sorunlar yumağının içinde kayboluyoruz; kanıksadığımız bu sorunlar yokmuş gibi yaşıyoruz. Ama gerçek şu ki, var olan sorunlar daha da büyüyor. Üstelik bir dirençle karşılaşmadan.
Aslında istenen de bu değil mi?
Azınlığı bir rehavetin içine sürüklemek, umutlarını yok etmek ve pes etmesini sağlamak.
Peki bu durumda biz ne yapabiliriz?
Yapabileceğimiz tek şey var, o da reflekslerimizi canlı, algımızı açık tutmak, rehavete kapılmamak, asla karamsar olmamak...
Tabii bunu başarabilmenin en iyi yolu birlik ve beraberlik ruhunu canlı tutabilmek. Bir elin değil, iki elin sesi olduğunu unutmamak gerekiyor... Bugün bize dokunmayan yılanın, yarın bizi sokabilme ihtimali olduğunu bilmek gerekiyor...
İşte bunun sağlanması için ise en büyük görev, o toplumun liderleri başta olmak üzere, aydınlarına, toplumun önde gelenlerine, kurum ve kuruluşlarına düşüyor.
Tercih bizim... Ya reflekslerimizi canlı tutup kaynayan sudan kendimizi dışarı atacağız. Ya da rehavet içinde kaynayan suyun içinde sonumuzu hazırlayacağız...
21 Ekim 2019 Pazartesi 16:58